0 0
Okuma Süresi:7 Dk., 7 Sn.

MADAGASKAR

Yaşar Makine Sanayi Mustafa Polatcan ve kendi adıma ticari araştırma yapmak için Madagaskar’a gittim.

2014 Temmuz sonu gittiğim bu ülkenin kış mevsiminde olacağını hiç düşünmemiştim.

Tiril-tiril yazlık elbiselerle gittiğim Madagaskar’a vardığımda bu kez tir-tir titredim.

Allahtan bir kazak ve bir şapka vardı da ısınabildim.

 

Önce güzellikle başlamalıyım; Madagaskar ülkesinin adı küçük Medine demekmiş.

Buraya ilk önce Halife Hz. Osman’ın çocukları geliyor ve bu adı koyuyorlar.

Hatta bunu destekleyecek bir tez; ülkede yerel dilde merhaba/selam demek olan “Selama” sözü halen daha kullanılıyor.

Bu cennet ada hazreti Âdem’in indiği yer olduğuna inanılıyor.

Yine öğrendiğime göre de bu ülkede yırtıcı (aslan-kaplan) ve zehirleyici (zehirli yılan-akrep) hayvan yokmuş.

Elbette yılan vs var ama zehirli cinsleri değilmiş.

Oysa onlarca türde yabani hayvan var ama zararsızlar, bu da bu adanın mübarekliğini gösterir.

Dünyanın dört büyük adasından dördüncüsü olan Madagaskar ilginç bir ülkeydi. Harika bir iklimi vardı.

Daha doğrusu başkent Antananarivo 1.100 m. Yüksekliğe sahipti, hava kuru ve ılıktı.

Burada yazın klima kışın ise soba ihtiyacı olmazmış (ki ben şahidim).

Mis gibi hava sizi kaçta yatarsanız yatın, erkenden uyandırıyor.

Her ne kadar kış’sa da, gündüz hava güzel ve ılımandı.

Sadece akşamları ve sabah erken saatleri üşüyorsunuz.

Dünyanın en kaliteli vanilyasını üreten bu ülkede bitki adına yok yoktu.

Pirinçten tutun da, ananas gibi tropikal meyvelerin envai çeşitleri vardı.

Bu arada unutmadan ilave etmeliyim; bütün sebze ve meyveler orijinal ve lezzetliydi. Asılları hiç bozulmamış.

Örneğin Mandalina halen daha çekirdekli ve domates dolapta olmadığı halde bir haftadan fazla dayanıyor.

Bizimkilerin buzdolabında bile iki günde çürüdüğünü anımsatayım!

Orkide çiçeğinin en zengin çeşidi yine bu ülkedeymiş.

Geceleri genelde yağmurlu ve gündüzleri de genelde hep güneşli.

Kendine has onlarca çeşit yabani hayvana sahip bu ülkenin en önemli sembolü ise Lemür adında bir maymun cinsiydi. Çok sevimli olan bu hayvanların başka bir canlıya hiçbir zararı dokunmuyormuş.

587.040 Km² lik adanın nüfusu 20.000.000 civarında.

Bu nüfus, Malaylardan, Endonezya kökenlilerden, Afrikalılardan ve çok az sayıda Çinli, Arap, Hintli ve Pakistanlılardan oluşmuş. Ülkenin anadili Malgaş.

En çok konuşulan ikinci dil ise Fransızca. Bunu da sömürmeye geldiklerinde zorla Fransızlar öğretmişler.

Şehirde modernlik-yeni yapılaşma-iyi binalar adına hiçbir şey bulamadım.

En fazla üç adet büyük bina var başkaca da yok.

Kalanların hepsi metruk yapılardan oluşuyor.

İnsanların büyük bir kısmı fakir ve en büyük evleri ise 40 metrekare.

Üstelik burada en az 8-10 nüfus yaşıyorlar.

Başkent aynı zamanda ülke nüfusunun ¼’ünü barındırıyor (yaklaşık 5 milyon).

Tabi bu da alt-üst yapı, beslenme, barınma, yoksulluk gibi olumsuz etkenleri de beraberinde getiriyor.

Öyle ki koskoca başkentin bırakın iç yollarını, dış bağlantı yolları bile bizim en ücra köy yollarından daha kötüydü.

Şehir içinde trafik lambası yok. (Ki buna ihtiyaçta yok zaten. Lamba koymanız için düzgün bir yolunuzun olması lazım)

Sabah ve akşam trafiğinde 3 kilometrelik bir mesafeyi en az 1 saatte geçebilirsiniz.

Çok ilginçtir, bu kadar yoğunluğa rağmen insanlar çok rahattı.

En küçük bir el işareti ile birbirlerine yol veriyorlar ve yayalara öncelik tanıyorlardı.

Başkent 12 tepe üzerine kurulmuş. Tabi Fransızlar geldiğinde her tepeye bir kilise oturtmuş.

Aslında bu ülkenin en önemli unsurları suni yapılarından çok coğrafyası ve tabiatıdır.

Dinileri sırasıyla 1-Hıristiyanlık, 2-Müslümanlık ve 3-Putperestlikten oluşuyor.

Fransızlar gelene kadar Müslüman nüfus oranı %50 iken bu oran şimdilerde %10’lara kadar düşmüş durumda.

 

Biraz Fransızlardan yazalım; sömürücülüğün de bir adabı bir şerefi vardır.

Örneğin Rusya Türkiye’de Kars’ı işgal edip bir müddet elinde tuttuğunda geriye geniş caddeler ve az katlı yapılaşma bırakmışlar.

Yine örneğin İngiltere sömürmeye gittiği ülkelerde hiç olmazsa alt yapı adına düzgün bir plan bırakmışlar (Örneğin geri dönüşte Kenya’da kaldım, geniş caddeler vardı ve orası da bir İngiliz sömürgesiydi!).

Ama gel gör ki Fransa sırf soygun yapmaya, çalmaya, öldürmeye, tahrip ederek çekilmek üzere gelmişler.

Bunun berbat bir örneğini de Cezayir’de görmüştüm.

Zorla dillerini, dinlerini değiştirdikleri gibi, insanlarını hiç acımadan öldürmüş (yüz binlerce…) ve ülkeyi de yağmalamışlar.

Fransızlar o kadar arsız ki, halen daha ülkede 30 bin civarında vatandaşı var ve seçkin sitelerde yaşıyorlar.

Yine o kadar hırsız ki, gerek gümrük anlaşmaları ve gerekse imtiyazlı ticareti ile Madagaskar’ı sömürmeye devam ediyorlar.

Yine o kadar haramiler ki, kendi ülkelerindeki müzelerinde bulamayacağınız eskilikte otomobilleri, bu fakir insanlara satmışlar.

Ülkede çok ciddi bir fakirlik söz konusu. Temiz su, şebeke elektriği, sokak-yol aydınlatmaları, çöp toplama, kanalizasyon (halen daha fosseptik çukurlara tahliye ediliyor) gibi insani ihtiyaçlar oldukça had safhada.

Adım başı dilencinin olduğu başkentte insanların birçoğunun ayakkabıları yoktu.

Barınma sorunu olan onlarca insanı kaldırımlarda ve bunun gibi yerlerde yatarken-yaşarken gördüm.

Buralarda birkaç odun parçası ile bir miktar yemek pişiriyorlar ve orada geceliyorlardı.

Çöpe attığımız ekmek-yiyecekler aklıma geldi, beğenmediğimiz ayakkabılar, arabalar, koltuklar ve bunun gibi eşyalar aklıma geldi.

Her şeyimizin fazlasıyla olmasına rağmen bir türlü doyuramadığımız heveslerimiz aklıma geldi.

Bir türlü verilen nimetlere şükretmeyip daha fazlasını elde etmek için gerekirse hırsızlık yapmamız aklıma geldi.

Geldiği anda da insanlığımdan utandım. Çünkü onlar da bu dünyada yaşıyordu bizler de.

Onlar da insandı bizler de. Onları da aynı Allah yaratmıştı bizleri de.

Allah bizim bu doyumsuzluğumuzu-açgözlülüğümüzü affetsin de, o duruma düşürmesin.

Çünkü onlar buna zaten alışkınlar, ya biz ne yaparız?

2014 ramazan bayramını bu şehirde karşılamıştım.

Kalabalık olduğu için var olan cami yetmiyormuş.

Şehir stadyumunun yanında geniş bir alan var, oraya kilim-halı serip bayram namazını kılıyorlar.

Bayram namazı oldukça kalabalıktı.

Müslüman konsolosluklardan-halklardan ve birçok yerden insanlar bulunduğumuz mekânı rengârenk yapmıştı.

Bayram çıkışında herkese küçük paketlere lokma-şeker gibi şeyler ikram etiller.

Halk günübirlik karnını doyuruyor.

Yani bir sonraki günün stoklamasını-biriktirmesini-alışverişini-kaygısını taşımıyorlar.

Zeytinyağını dahi o gün 50 gram lazımsa o kadarcık alıyor, domates 2 tane alıyor ve birkaç avuç pirinç alıyor iş bitiyor.

Biz de aç kalırız endişesiyle mümkün mertebe dolduruyoruz ve onu da çürütüyoruz zaten.

Tam takva sahibi dediğimiz tevekkül eden insanlar profiline ne çok uyuyorlardı öyle!

İlginçtir, bunca yokluğa-fakirliğe rağmen yine de hırsızlık yok.

Belki çok ufak tefek olabilir ama bu şartlarda o sayılar enfiye bile gelmez.

Aynı durumda bir başka ulus olsa her gün hırsızlık, katliam, talan, anarşi, terör eksik olmazdı herhalde.

Ve yine tüm bu olumsuzluklara rağmen insanları çok garip ve mazlumlar.

“Ensesine vur lokmayı elinden al” tadındalar. Ayrıca çok da kibarlar ve herkes birbirine hürmetle selam veriyor.

Aslında olumsuz olan ne varsa hep organize olamamaktan kaynaklanıyor.

Ülkede devasa nehirler ve çağlayanlar var ama elektrik üreten santralleri yok.

Tüm adanın topraklarında nerdeyse tarım ürünlerini yılda iki kez alabilirsiniz ama insanlar halen daha aç.

Üretilen tarım ürünleri olsun başka hammadde kaynakları olsun başka uluslara satılabilir ama ticaret anlayışı-ulaşımı yok.

Örneğin başkentle liman şehri Tamatav arası hepi topu 270 km, ama arabanızla 10 saatten önce gidemezsiniz.

O halde bu ülkede ticaret zor olacak demektir.

Oysa bırakın dozeri kepçeyi, o kadar ucuza ve o kadar fazlalık adam var ki, el ile çalışılsa bu ülke baştan sona karayolları ağlarına sahip olur.

Size bir örnek yazayım; inşaatlarda-yollarda kullandığımız mıcır var ya; işte o mıcır taşlarını insanlar el ile kırıyorlar.

En büyük makineleri bir çekiçtir. Gerisini siz tahayyül edin işte.

Buna benzer lüzumsuz ve hiçbir açıklaması olmayan eksiklikler aslında bir çırpıda bitirilebilecek şeyler.

Hani derler ya; “bu eve bir kadın eli değmeli” o hesap ancak adam gibi bir adamın organizatör olması şart.

İşte ülke ancak o zaman bir düzene girecektir.

 

Ben Avrupa’ya, Japonya’ya, Amerika’ya velhasıl emperyalist olan tüm ülkelere buraya gelene kadar hayranlık duyardım ama artık duymuyorum.

Çünkü ben bu türden ulusların neye ve kimlere rağmen zengin olduklarını bizzat gördüm.

Maddi hırsızlıkları taa haçlı saldırıları dönemlerinden bu yana yapan batılı ve doğulu emperyalistler, önce zengin oluyorlar. Sonra kendilerine hizmet ettirmek üzere insanları köle ediyorlar.

Eh, o zaman geri ne kalıyor; geçim kaygısı olmaksızın sıcak sobanın başında uşağının getirdiği taze kahvesini yudumlarken sanat düşünecek, edebiyat düşünecek, fen düşünecek, Rönesans yapacak, telefonu-ampulü icat edecektir.

Üstelik bu türden icatları bulduğu-başlattığı için diğer dünyalılara yine katmerli bir şekilde satarak sömürmeye devam edecektir.

Adı bu kez gönüllü sömürü olacak tabi.

Öbür gariplerde hırsız olmadığı için sadece boğaz tokluğuna çalışmaya devam edecekler.

Yani şeytan kovalamaktan abdest almaya fırsat bulamayacaklar.

 

Sonuç; yaşadığımız gezegende Madagaskar gibi sömürülen nice ülkeler var.

Kan emici emperyalistlerin sömürdüğü bu türden ülkelerde her türlü yoksulluğa açlığa sefalete inat dilencilerinin bile dilenirken gülümsemesi, hayata sarılması enteresandır.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen Pazar günleri evinde olanın en yenisini giyerek ailesiyle tüm gün gezmeye-ziyaretlere çıkması hayata mutlulukla gülümsemesi çok anlamlı.

Siz özel yat’ınızda özel hizmetçilerinizle denizler de seyrederken, onların toz toprak içinde yürüyerek gezmesi kadar mutlu olamazsınız.

Bun rağmen kan emici emperyalist ülkelerin halkları her türlü iletişim, ulaşım, maddi zenginlik, telefon, televizyon, yiyemeyeceği kadar çok fazla yiyecek ve içecek sahibi olsalar da, sürekli somurtup duruyorlar ve sürekli mutsuzlar.

Ey emperyalistler; daha da beter olur musunuz lütfen?

Bir cevap yazın