0 0
Okuma Süresi:4 Dk., 40 Sn.


FİLİSTİN
İsrail, Filistin ve Kudüs, üçü de küçük bir kara parçasında yer alıyor.
Fakat her üç bölüm-bölge arasında o kadar büyük farklar var ki, her biri için ayrı bir çalışma yapmak zorunda kaldım.
Düşünsenize; bir tarafta Arapça ve Müslümanlık söz konusu, 10 metre ötenizde İbranice ve Musevilik.
Bir taraf zengin insanlar, bakımlı sokaklar ve yemyeşil parklar, 10 metre gerinizde ise bakımsız, köhne, viran, fukaralıkla bezenmiş mahaller.
Bir tarafta dünyanın en ölümcül ateşli silahlarına sahip işgalci çeteler (İsrail Polisi ve Askeri), bir tarafta elinde kuş sapan’ı olan, alamadıkları için ağzı süt bile kokamayan çocuklar.

Üç ayrı bölümün ikincisine Filistin ile devam ediyorum;

29.05.14’de gittiğim Filistin Ülkesine Yafa Şehrinden sonra geçtik.
(Not; kesinlikle burası bir Devlettir ve söz konusu kadim topraklar Filistinlilere aittir! Her ne kadar dünyanın tiranları benim gibi düşünmüyor olsalar da bu realite asla değişmeyecektir!
İsrail kontrolünde olan yerlerin bittiği ve Filistin bölgesine girildiği net bir şekilde belli oluyor.
Zalimliğin, hırsızlığın, haksızlığın, iltimasın, yok saymanın tüm dehşetini omuzlarınızda buluyorsunuz.
Gelirken öbür taraf saraydı, şimdi burası yarım kalmış, eskimiş, yıkılmış, çökmüş gece kondular gibi.
Ziyaret ettiğimiz yerler arasında El Halil, Beytlahm, Eriha vardı.
Bu üç şehir ve daha birçok kasaba çok anlamlar ihtiva ediyordu. Örneğin El Halil kenti yakınlarında Hz. Yunus Peygamberin, El Halil’de Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yusuf peygamberlerin kabirleri vardı.
Beytlahm’de Hz. İsa Peygamberin doğduğu kilise “Doğuş Kilisesi” vardı.
Doğuş kilisesi ile ilgili bir anekdot aktarmalıyım; kilisenin avluya girişi atlı birisinin girebileceği yükseklikteymiş.
O zamanın Hıristiyan halkı veya askeri destursuz bir şekilde kutsal mabetlere girerlermiş.
Bu da kilise görevlilerini-papazlarını üzer, rencide edermiş.
İdaresinde bulundukları Osmanlı İmparatorluğu valisine durumu arz ediyorlar.
Efradıyla istişare eden vali şöyle bir karara varıyor; giriş kapısı o kadar küçültülecek ki, insanlar buraya ancak eğilerek girebilecekler. Kilise görevlileri çok memnun oluyor ve kilise hak ettiği saygınlığı tekrar kazanıyor.
O kapı halen daha böyle duruyor ve içeriye ancak eğilerek geçilebiliyor.
Buradan Erîha şehrine geçtik. Şehrin özelliği; Filistin coğrafyasının Çukurova veya Amik ovası gibi bir yeriymiş.
Bizzat gördüm ki buralar çok verimli ve bereketli topraklar.
Narenciye, Hurma, tüm sebze çeşitleri, onlarca meyve çeşitleri ve daha birçok ürünler…
Suyu bol, havası sıcak ve sakin olunca toprak tüm cömertliğini sergiliyor.
Bunlar Allah’ın bize-onlara lütfettiği şeylerdi.
Şimdi de İsrail polisinin ve Askerinin Filistinlilere lütfettiği şeyleri de yazalım;
Şehirler tam bir Açıkhava hapishanesi gibiydi. Mahallelerin etrafları demir kapı ve örgülü tellerle kapatılmıştı.
Her sokakta bir kontrol noktası ve buralarda bekleyen İsrailli haydutlar…
Bir turist kafilesi ziyaret için bir yere yanaşsa, onlarca çocuk üç-beş kuruş alabilmek için hediyelik eşya satmak üzere etrafınızda pervane oluyorlar.
Çocukları gördüğümde insanlığımdan utandım. Üst baş perişandı. Tüm Filistin bölgesinde yeni elbiseye sahip çocuk hiç görmedim. Bu çocukların hiçbirisini kilolu-şişman da görmedim.
Hepsi açlık sınırında olduğu belli bir bedene sahiplerdi.
İsrail’in faşist idarecileri birçok yerleşim yerlerinin etrafına betondan duvarlar örmüşler.
Güvenlik gerekçesiyle yapılan bu duvarlar resmen insanlık suçudur.
Çünkü bir duvarın berisinde yaşayan Filistinli, 20 metre sonra başka bir duvarın ötesinde akrabasını görmek istese (ki burası da Filistin bölgesi!) ha deyince göremiyor. Bunun için birkaç ay önceden İsrail makamlarına yazılı müracaat edecek. Uygun görülürse (ki genellikle uygun görülmezmiş!) 20 metre sonraya gümrükten geçer gibi ancak geçebilecekler.
Tabi buralar sözde Filistin bölgesi ama her türlü kısıtlayıcılığın, kontrol etmenin, engellemenin yanı sıra yine bu şehirlerin diplerine yanı başlarına Yahudi yerleşimleri kurmuşlar.
Örneğin 100 evlik bir Yahudi sitesi kuruyorlar buranın da etrafını tellerle duvarlarla güvenli bir şekle sokuyorlar.
Girişlerinde ise gümrük gibi kontrol askerleri var ve siz ha deyince oranın bırakın içerisine girmeyi, etrafından bile dolaşamıyorsunuz.
Ben Filistin’in Gazze bölgesini hiç düşünemiyorum. Eğer buralarda böylesine bir zulüm ve tecrit uygulamaları varsa ve bunun adı Açıkhava cezaevi ise, Gazze’nin durumu da tam kapalı cezaevi statüsündedir.
Şehirleri dolaşırken Filistinlilerin Türkleri ne çok sevdiğini daha iyi anladım.
Bir şey almak için dükkâna yaklaştığınızda satıcı sizin Türk olduğunuzu anlıyor.
Hemen bir selam çakıyor ve Recep Tayyip Erdoğan tezahüratı yapıyor.
Satın aldığınız şeyi bırakın size daha pahalıya vermeyi, nerdeyse para istemekten mahcup oluyorlar.
Ucuz birkaç parça bir şey alıp parasını ödediniz diyelim, ardından size ya dondurma ya içecek veya bir çikolata ikram etmeye çalışıyorlar ve bundan asla para almıyorlar.
Filistin’de işadamı birisiyle tanıştık. Bir süre sohbet ettik ve ardından da şöyle konuştu;
Bay Erol; İsrail, Filistin, Kudüs adıyla anılan bu kutsal topraklar aslında İsraillilerin değil. Ve bu topraklar aslında bizim de değil.
Bu kadim yurdun gerçek sahibi sizlersiniz. Bu topraklar sizin namusunuzdur.
Biz burada emanetçiyiz. Öyle ya da böyle yaşamaya devam ediyoruz.
Ama sizin elinizden alınan bu kutsal yerlerin sorumluluğu halen daha sizlerdedir.
Buraların tapusu bile atalarınızın üzerine kayıtlıdır.
İster sahip çıkar dünya insanları için iyi bir şey yapmış olursunuz, ister de burayı yüzüstü bırakır ve aslınızı inkâr etmiş olursunuz. Tercih sizin…
Mahcup oldum…
Gördüğüm en küçükten en büyüğe kadar Filistinlilerin ortak yanları belliydi; gıdaca zayıf, bakımsız, yeni elbiselere ve iyi arabalara sahip olamayan, çocukların açlık sınırında yaşadığı, gençliğin geleceğinin ne olacağının belli olmadığı, bir ruh halleri vardı.
Ama o bedenlerin üzerinde yüzlerce çift göz gördüm ki; onlarca yıldır kin ve nefret yüklenen, sabırları sonuna kadar sınanan, sabır taşı çatlayınca da infilak edecek ve en azılı atom bombasının misillerce kat üzerinde olacak bir patlamanın ayak seslerini duydum.
O bakımsız, çelimsiz sabi sübyan Filistinli çocukların hayatla mücadelesinde, kendinden en az 10 yaş üstünde bir olgunluğa kavuştuğunu gördüm.
O çocuklardan; “Bizi yaşatmıyorlar! Bizleri yok etmek istiyorlar! Buradan bir adım sonrası da zaten Ölüm! Ha şimdi ha yarın” vuslatını gördüm.
O gözlerde patlama saati geldiğinde, beklenen kıyamet savaşının ilk kılıç çekicilerini gördüm.
Yalın-ateş taşı parçaladıklarını, gözlerinden şimşekler çaktıklarını gördüm.
Peygamberin sancağını, şanlı İslâm ordusunu ve adaletli bir dünyayı gördüm.
Toprağı inadına döven, her adımında kıvılcım atan nallarıyla zeytin dağına çıkan mübarek atlıları gördüm.

Bir cevap yazın