0 0
Okuma Süresi:5 Dk., 15 Sn.


Bir arkadaşımla iş toplantısına katılmamız gereken Azerbaycan’a giderken oldukça heyecanlıydım. Çünkü nüfusunun %90’ı Azeri Türk’ü, dininin de %94’ü Müslüman olan bir ülkeye gidiyordum. Heyecanlıydım, çünkü biz bir millet iki devlettik. Ermenilerin Karabağ’da yaptığı soykırımdan ötürü sınırlarımızı kapatmış, handiyse onlara cephe açacak merhaleye kadar gelmiştik. Onların acısı bizim acımız, işgale uğrayan da bizim topraklarımız sayılırdı. Onlara düşman olan, bize de düşman olmuş olurdu. Sovyet işgalinden dağılmasına kadar olan yıllar içinde bizi birbirimizden ayırmışlardı. Birçoğumuz aynı dilden, dinden, milletten oluşan böyle bir ülkenin varlığını 90’larda ancak öğrenmişti. Rotamız sırasıyla; Ünye, Batum, Tiflis, Zaqatala ve Bakü olacaktı. Vizeleri daha önceden almıştık. Kardeş Azerbaycan’ın Türklere vize uygulaması aslında bana tuhaf gelmişti. Kardeş kardeşe vize uygular mıydı? Oradaki yetkililer; bunu İran’da yaşayan Azerilere de (yaklaşık 20 milyon nüfusları var!) uyguladıklarını, bu yüzden Türk vatandaşlarına da vize koymak zorunda olduklarını anlattılar. Azeri sınırı, Tiflis’ten 130 kilometre ilerideydi. Gürcistan yolları bozuk olduğundan, 3 saatte ancak varabilmiştik. Gürcü sınırından çıkıp Azerbaycan sınırına yaklaşırken daha bir heyecanlandım. Artık ikinci ülkeme giriş yapmak üzereydim. Sınırda Azeri askerler vardı. Güzel beklentilerimden dolayı askerlerin pejmürde ve oldukça fakir görüntülerine fazla takılmadım. Bizi durduran asker, yanımdaki arkadaşımın gümrük bürosuna kadar yürümesi gerektiğini söyleyince şaşırdım. Çünkü en az 800 metre bir yol söz konusuydu. Üstelik yol bırakın asfalt, çakıllı bile değildi. Karanlık olması da bonusuydu. Kural buymuş. Arkadaşım mecburen indi ve karanlıkta yürümek zorunda kaldı. Gürcistan sınırlarında 5 dakika süren işlemlerimizin aynısı burada en az iki saati bulmuştu. Armalı kalpak başlığı taşıyan memurlar yardımcı olmadıkları gibi, “neden geldiniz? Burada ne işiniz var?” tadında davranıyorlardı. “Herhalde burada iş yapan Türkler mimli olsa gerekir” diye onlardan yana düşünmek istedim. Bir parça hayal kırıklığı yaşadığım sınırdan nihayet geçebildik. “Rüşvet” kelimesini yazmıyorum çünkü bu hediyeleşme şekli onlarla bizim aramızda kalmıştı. Zaqatala’ya vardıktan sonra İs Otelde bize ayrılan odalarımıza yerleştik. Otel görevlileri memurlar gibi değildi. Oldukça güler yüzlü bir şekilde bizi karşıladılar ve hemen sıcak bir çay ikram ettiler. Tadı çok farklı ve Seylan çayından daha nefisti. Azerbaycan’da yetiştirilen çaylarının lezzetli olduğunu o zaman öğrendim. Zaqatala ile Dağıstan arasında burçları her daim karla kaplı olan Kafkas dağları sınır oluşturuyordu. Dağlardan yürüyerek birkaç kilometre sonra Rusya’ya geçilmesi işten bile değildi. Burada bir gün kaldık. Çünkü bu şehir Azerbaycan’ın fındık üretim bölgesiydi. Yılda yaklaşık 40 bin ton fındık üretildiğini öğrendim. Yıldan yıla arttığını da… Bahçelerini dolaştım. Bizimkilerden çok farklıydı. Bizde fındık dalları küçük olur fakat orada ağaç gibi olan türleri vardı. Ertesi günü Bakü’ye doğru yola koyulduk. Yollar oldukça bakımsızdı. Bizim burada 1 saatte gittiğimiz yol orada en az 3 saat demekti. Dinlenme tesisleri yetersiz ve oldukça demodeydi. Yine de insanlar çok cana yakın ve yardım severdi. Bakü’ye gece vardık. Burası geçtiğimiz şehirlerden çok farklıydı çünkü her yer ışıl ışıldı. Neon ışıklarla aydınlatılmış zenginlik abidesi binalar, kuleler, gökdelenler oldukça büyüleyiciydi. Ertesi günü gezerken hayretim daha da arttı. Bakü’de bir yanda halkın yaşadığı ortamlar sefalet ve alt yapı yoksunluğundayken, yol kenarlarındaki kaldırım bordürleri granit mermerden yapılmıştı. Üstelik Çin’den ithal edilmiş… Bir yanda savurganlık arşa çıkıyordu, bir yanda insanlar barınacak konut bulamıyordu. Bir yanda kişi başı 3.300 dolar geliri olan halk vardı, diğer yanda çok silindirli jeeplerle gezen ekâbir takımı. Yakıtın çok ucuz olduğunu Gürcistan’dan bu ülkeye yakıt almaya gelen gürcülerden anlamıştım. Bakü’de petrol o kadar çokmuş ki, halk hayvanlarını otlatmak için araziye götürürlermiş ve hayvanlar orada petrol balçığına batarmış. Bakü, dünyanın en kolay petrol çıkartılan bölgelerinden biriymiş. Çünkü yüzeye çok yakınmış. Başkenti gezerken yaptığımız sohbetlerden öğrendiğim şeyler üzücüydü. Antidemokratik bir yönetim söz konusuymuş. Muhalif olmak isteyenler kaşla göz arasında sindirilirmiş. Ticaret elit bir tabakanın kontrolünde ve asla halka indirilmezmiş. Bakanlar, yüksek bürokratlar ve askeriye, var olan ticaretin kaymaklı kısmını kendi arasında paylaşmış, herkes kendi nüfuz alanında ticaret yaparmış. Bir nevi mafyavari oluşumla yönetilen ülkede seçimler sadece sembolik olarak yapılırmış. “Dünyanın hayran olduğu adam, Haydar Aliyev” yazılı dev panolar, büstler, tuhaf heykeller, abartılı bayraklar ilgimi çekmişti. Öyle ki, ülkenin her yerinde bu türden panolardan ve heykellerden abartılı bir şekilde var. Tabi yanında oğlu İlham Aliyevle birlikte… Bu şehirde oldukça fazla Türk işadamı var. Bazı örtülü kurallara uymaları ve çizmeyi aşmamaları şartıyla işlerine devam edebiliyorlar. Aykırı davrananlar derhal sınır dışı ediliyor. Otomobil ve diğer türden ticaret mallarını daha çok Dubai üzerinden getiriyorlar. Yine bu şehirde oldukça fazla Türk öğrenci var. En üzücü olanı ise, din anlayışlarının çok zayıf kalmasına şahit olmaktı. Her komünist rejiminin yaptığı gibi bu ülkede de insanların maneviyatı oldukça fazla tahrip edilmiş. Cami sayısı çok az ve ihtiyaca asla cevap vermiyor. Bakü içinde devasa binaların yanı sıra, arka mahallelerde metruk yapılar oldukça hüzünlü duruyordu. Konuştukları Türkçe, bizim eski Türkçeye çok benziyordu. Neredeyse orijinalliği bozulmamış “Öz Türkçe” diyebiliriz. Yemek kültürü şaşırtıcı derecede zengin çeşide sahip. Sıradan bir restoranda bile onlarca çeşit tatmak mümkün. 8 milyonluk ülkede okuryazarlık oranı oldukça üst düzeyde (%97). (Türkiye’de %85). Doğal kaynaklar ve coğrafyasının stratejik önemi bakımından oldukça zengin olan bu ülke, tam demokrasiye geçerse eşit gelir dağılımına sahip olabilecektir. İşte o zaman bölgenin bir numarası olması işten bile değildir. Yine o zaman, Ermenistan’ın binbir zulümle ve soykırımla işgal ettiği Karabağ’dan çıkması için savaşa bile gerek kalmayacaktır. Halk Türkleri çok seviyor. Daha öncelerden Amerika’dan veya Avrupa’dan işadamı-bürokrat bir misafirimiz Türkiye’ye gelirse bunu hava atma vesilesi yapardık. Şimdi aynı şey Türkler için geçerli. Bizi misafir eden işadamına telefon geldiğinde; “Türkiye’den gonaklarım (misafirim) var” diyerek, gururlu bir şekilde cevap verdiğine şahit olduk. Türkiye’nin demokrasisine hayranlar. Ermeni savaşından ötürü tutumlarımızı her daim takdir ve minnetle anıyorlar. Ekonomik durumu iyi olan bazı Azeriler, alışveriş ve tatil için mutlaka Türkiye’yi tercih ediyorlar. Onlar için İstanbul ve Antalya en gözde ziyaret yerleri. Makine ekip ve ekipmanlarını en fazla Türkiye’den almak istiyorlar. Çünkü anlaşmaları çok daha kolay ve Türklere güvenleri daha fazla. Birçok ülkede olduğu gibi burada da en çok Türkiye televizyon kanalları ve Radyoları dinleniyor. O yüzden yaptığımız her türlü yayınları imbikten geçirmek, iyi örnek olmak, bir şeyler öğrenilmesini sağlamak, mensup olduğu dinlerinin gereklerini hatırlatmak, demokrasinin güzel bir şey olduğunu yaymak gerekiyor. Bu da çok ciddi bir sorumluluk-görev olarak bizleri bekliyor. Ayrıca Türkiye’de ticaret yapan işadamlarının bu ülkeye sıkça gitmeleri ve ticari ilişkilere girmesi gerekiyor. Çünkü sanayi oldukça geri kalmış ve yapılacak çok fazla iş var. Otomobilleriyle Japonlar, ara mallarıyla Çinliler, devasa ihaleleri alarak da Amerikalılar parsayı toplamış durumdalar. Hiç olmazsa onların beğenmeyip yapmadığı işleri bizim yapmamız gerekiyor.

Bir cevap yazın