0 0
Okuma Süresi:4 Dk., 42 Sn.

“Ne Şam’ın şekeri, ne Arap’ın yüzü” dedikodusunu, kaynağında araştırmak üzere Suriye yolculuğuna çıkıyorum. Şaka bir yana, Baas rejiminin 1963’de yönetimi ele geçirdiğinden bu yana, zulüm, soykırım ve katliamla yönetilmiş Suriye hep ilgimi çekmiştir. Zira tarihten beridir Suriye, bulunduğu coğrafyanın stratejik önemi bakımından, kıtalar arası en önemli kilit noktalarından biri olmuştur (halen daha öyle). Öyle ki, Mısırlılarla Hititliler arasında yapılan savaştan sonra ilk barış anlaşması olan “Kadeş” sözleşmesi bunun önemini göstermeye yetiyor. İslam medeniyetinin önemli aktörlerinden biri olan Emevilerin yönetim üssü, yine bu topraklarda kök salmıştı ve hilâfet merkezleri de Şam’dı. Rotamı; Ünye, Gaziantep, Halep, Humus ve Şam olacak şekilde tanzim ettim. Öncüpınar sınır kapısından geçerken ilgimi ilk çeken şey şu oldu; Avrupa bizden en az 100 yıl ileride. O halde Suriye bizden 100 yıl geride olmalıydı. Demokrasinin olmadığı yerde farklı bir şey beklememeliydim ve yolculuğuma olumlu beklentilerimi muhafaza ederek devam ettim. Bir Cuma günü vardığım Suriye topraklarının ilk yerleşim yerinde Cuma namazı kılmam gerekiyordu. Motosikletimi park ettiğim caminin yanında abdest alacak su göremedim. Cemaatten birisine su sordum. Suriyeli koltuğuma girerek Arapça bir şeyler söyledi ve beni adeta sürükleyerek 100 metre ilerisinde ki evine götürdü. Abdestimizi aldıktan sonra Cuma namazına girdik. Camide İmam ve Hatip vardı. Birçok Arap ülkesinde olduğu gibi burada da hatip tarafından ateşli bir şekilde yapılan hutbe en az bir saat sürdü. Çıktıktan sonra aynı Suriyeli beni yine evine götürdü. Oldukça fakir hallerine rağmen sofrasına zorla oturtarak bana ikramda bulundu. Yanımda olan fındık ve çikolatadan bende mukabelede bulundum. Devam ederek vardığım Halep kenti bildiğimiz Türk şehirleri gibiydi. Satıcılar, insanların davranışları, mimari yapılar neredeyse güneydoğu şehirlerini andırıyordu. Tarihi Halep çarşısı oldukça ilgimi çekti. Motosikletle geçerken Türk plakasını okuyan satıcılar bağırarak; “Türkiye, Hoş geldin” diyorlar ve tatlı, kuruyemiş türünde ikramlarda bulunuyorlardı. Bu çarşıda kuruyemiş ve şekerleme türünde yiyecekler o kadar çok yaygın ki, “Şam’ın şekeri” sözünü fazlasıyla hak ediyordu. Bu türden ürettikleri lezzetli yiyecekleri dünyanın birçok ülkesine ihraç ediyorlarmış. Halep’te Türklerin çok sevildiğini o zaman anladım. Hatta Şam’a doğru yol alırken otomobiller yaklaşarak korna çalıyorlar ve yemek işareti yaparak misafir etmek istediklerini belirtiyorlardı. Halep, Suriye’nin en güzel ve en insani şehri desem yeridir. Herhalde bunu; Türk olduğum için bana gösterilen sevgi ve muhabbetten düşünmeye başladım. 500 kilometreye yakın Şam yolculuğunda ilgimi tarım alanlarının yoğun olması çekmişti. Özellikle pamuk üretiliyordu. Kamyonlar öbek öbek yığılmış bir şekilde sürekli pamuk taşıyorlardı. Suriye’de ilgimi çeken bir başka şey ise; muazzam bir güneş ve haddinden fazla rüzgârın olmasıydı. Öyle sert ve kesintisiz esiyordu ki, ağaçlar bu yüzden hep eğik, yere yatay büyümüşlerdi. Suriye’yi yönetenler bir parça aklını kullanabilseler, ülkenin ihtiyacı olan enerjiyi rüzgâr ve güneşten sağlayabilirlerdi. Üstelik çevreci olan bu türden enerji yoluyla dışarıya bağımlılıktan da kurtulabilirlerdi. Yine ilgimi çeken bir diğer şey, aynen Türkiye’de ki gibi her yeşil alanda, ağaçlıkların altında insanların yoğun olarak piknik yapmalarıydı. Mangallar ateşlenmiş, sofralar kurulmuş, semaverler dizilmiş piknik keyfi sürülüyordu. Bir sonraki durağım olan Hama’da tarihi çarkıfeleğin yanında mırra içmek oldukça değişik bir deneyimdi. Mırra, kahvenin en katı ve sert olanıdır. Birçok Arap ülkesinde olduğu gibi Suriye’de de oldukça yaygın olan bu içecek, onların aşırı sıcağa karşı daha fazla dayanmalarını sağlıyormuş. Akşamüstü vardığım Şam şehrinin trafiği şimdiye dek gördüğüm en berbat olanıydı. İstanbullular burayı görse, hallerine ne kadar şükretseler az olacağını anlarlardı. Kaldığımız otelden sabah ayrılarak bir taksi tuttum. Şehri baştan sona dolaştık. Şam şehrinin yaslandığı Kasiyun dağına çıktım. Buradan şehri kuşbakışı izledim. Devasa bir şehirdi doğrusu. Ardından son Osmanlı Padişahı Sultan Vahideddin ve ailesinin kabirlerinin bulunduğu yere gittim. Bu mekân, Mimar Sinan’ın yaptığı Süleymaniye külliyesiydi. Vahideddin’in naşının bulunduğu yer de, Süleymaniye caminin düzenli bahçesinde mütevazı bir kabristanlıktı. Temizlik işlerini yerine getiren ve gelen ziyaretçilere mihmandarlık yapan yaşlı görevli güler yüzle beni karşıladı ve tüm kabirleri tek tek tanıttı. Bu hüzünlü mekândan bolca dua ederek ayrıldım. Gözlerim nemlenmişti, çünkü Osmanlı coğrafyasının kurucu sülalesine mensup olan bu zat, vatansız kalmış ve atılmış bir şekilde gurbet ellerde yatıyordu. Buna benzer ülkelerde olduğu gibi burada da yönetim şekli diktatörlük olunca, alt ve üst yapı hep eksik kalmış. Şehirleşme ve yapılaşma oldukça özensiz görünüyordu. Özellikle sınırlarda rüşvet istenmesi çok sıradan hale gelmiş, vermeyince de kızıyorlardı. Halkın ezici bir kısmı fakirlikle cebelleşiyor, diğer yandan bir avuç kalburüstü insanlar ise sefahat sürüyorlar. Suriyeliler, bu kadar kötü yönetilmelerine rağmen fakir halleriyle bile kıpır kıpırdılar. Tüm ülke 24 saat faal bir haldeydi. Yollar her daim araçlarla dolu, trafik hep yoğun seyrediyordu. Yolcu taşımacılığı büyük bir oranda kamyonetlerin kasasında güle oynaya yapılıyor. İnsanların sıcakkanlılığı, güler yüzlülüğü, yardım severliliği çok fazlaydı. Öyle ki, adres sorduğunuzda söz konusu yere kendi otomobiliyle sizi götürmeye kalkışıyorlardı. Kadınların, her alanda ve her konumda var olmaları ilgimi çekti. Kâh otomobil kullanırken, kâh ticaret yaparken, kâh resmi görevliyken ne kadar çok olduklarına şahit oldum. Beni şaşırtan, birçok Arap ülkesinde böyle olmadığını bilmekti. İnsanların rengi de ilgimi çekti. Zira Suriyeliler daha çok beyaz tenli ve yeşil gözlülerdi. 18 milyondan fazla nüfusa sahip bu ülkede, yönetim hariç her şey yerli yerinceydi. Yaşamak için ideal topraklar olduğu her halinden belli oluyordu. Sıcakların aşırı olmasını, nem oranının düşük olması dengeliyor ve insanları fazla bunaltmıyor. Ertesi günü Lübnan’a geçmek üzere sınıra yöneldim. Ancak buradan geçişime izin vermediler. “Türklere vize yok” dediysem de, “Türkiye’den Lübnan’a girerseniz öyle, fakat buradan girmek istediğiniz için vize gerekiyor” diyerek yanıtladılar. Geldiğim yolları tekrarlamak üzere geriye döndüm. “İyi ki Suriye gezisi yapmışım” demek için, iç savaşı görmem gerekiyormuş. İnşallah her şey düzelir de, bu ülkenin güzel insanları rahat bir nefes alırlar ve ben onları bir daha ziyaret ederim. Sonuç olarak; Şam’ın şekeri de, Arab’ın yüzü de iyiymiş. Bunun tersini kim söylediyse ya yanlış söylemiş ya da kasten iftira etmiş. O cümlenin sahibi olan fani oralara gidebilseydi, eminim böyle bir söz etmekten imtina ederdi.

 

Bir cevap yazın