0 0
Okuma Süresi:3 Dk., 42 Sn.


Bir millet başka bir milleti sever fakat Bosnalıların Türkleri sevmesi kadar hiç kimse sevemez diyorlar.
Türklere bambaşka bakan bu güzel yurdun, güzel insanlarını ziyaret etmeliydim.
Balkanların fethi, Karadeniz’in fethinden bile önce olması bir başka nedenimdi.
Bu sebeplerle çıktığım Bosna Hersek gezisine önce Mostar şehrinden başladım.
Mostar’ı ikiye ayıran nehir yemyeşil akıyordu.
Üzerindeki tarihi köprü ise Sırpların bombalamasından sonra Türkiye tarafından restore edilmişti ve halen daha ilk günkü gibi harika görünüyordu.
Bu şehir sadece Türkiye’den değil, dünyanın birçok yerinden turist çekiyor.
Yabancı turist kafileleri akın akın sırf bu köprüyü ziyaret için geliyorlar.
Bolca caminin bulunduğu tarihi şehirde, fazla Müslüman kalmadığına üzülerek şahit oldum. Zira savaş yüzünden buralardan göç etmek zorunda kalmışlar. Şehir o kadar güzel ki, camileri bile güllük gülistanlık şeklinde cemaatini bekliyor.
Burayı gezdikten sonra, Osmanlının Avrupa’nın ortasında kurduğu en büyük Müslüman şehrine yani başkent Sarajevo’ya (Sarayova) yöneldim.
Ha İstanbul, ha Sarayevo, hiçbir fark yok.
Ancak tarihi camilerin, tarihi Müslüman mezarlarının, tarihi şadırvanlarının, tarihi çınar ağaçlarının çokluğu değil İstanbul’dan, birçok Anadolu şehrindekilerden bile fazla ve bakımlıydı.
O kadar çok Müslüman var ki, tek kusurları Türkçe bilmiyor olmalarıydı.
Gezilecek çok yer vardı. Sırpların abluka altına aldığı şehrin Müslümanları, havaalanına bir tünel kazmışlar ve yaşam malzemelerini bu yolla elde etmişler.
Bu tüneli gezdim ve o an kendimi sanki savaşın ortasındaymışım gibi hissettim.
Moriçe Han’da, bilge kral Aliya İzzetbegoviç’in özgürlüğe götürecek olan ilk derneğini ziyaret ettim. Yine bu güzel insanın kabrini ziyaret ettim. Vasiyeti gereği, sade bir kabir yapılmış.
Tek abartı, aynı yerde olan yüzlerce şehit mezarlarıydı.
Fatih Sultan Mehmet’in şehirden girdiği kapıyı ziyaret ettim. O zamanlarda buraya güzel bir burç kondurulmuş ve aynı şekilde duruyordu.
Binlerce Sırp kurşununun isabet ettiği evler, dükkânlar ve daha farklı birçok yapılar gördüm.
Burada o kadar çok Osmanlı dönemi çarşısı var ki, Bezistan, Moriçe han bunlardan sadece birkaçıydı.
Başçarşının bulunduğu meydanın en önemli sembolü ise sebil çeşmesiydi.
Rivayete göre bu çeşmeden su içen, Sarayova’dan bir daha ayrılmazmış.
Bu tarihi çeşme meydandaydı ve etrafında güvercinler geziniyordu.
Hacı Hüsrev Bey camisinde ezanlar halen daha minareden okunuyor.
Hafız olmayanların bu camide müezzinlik yapması mümkün değilmiş.
Sırplar, Osmanlı izlerini silmek adına, özellikle Başçarşı bölgesini yok etmek için çok uğraşmış. Ama İzzetbegoviç önderliğindeki mücahitlerin sayesinde bunu başaramamışlar.
Oysa tam tersine, bu ülkenin genelinde birçok tarihi kilisenin olması, Osmanlının Hıristiyanlara zarar vermediğini gösteriyor. Fakat onlar yakın geçmişte, mümkün olduğunca hem mabetlerimizi ve hem de Müslüman halkı yok etmeye çalışmış.
Var olmayı başarmış birçok tarihi cami, gönüllü Boşnak Müslümanlarının koruması altında.
Temizlik, bakım ve ziyaretçilere gezdirme işini yine bu insanlar yapıyorlar.
Kadınların da mümkün olduğunca camide cemaatle namaz kıldığına şahit oldum.
Türkiye’ye o kadar ilgililer ki, bazı evlerin duvarlarında Galatasaray yazıyordu.
Tüm Balkanlarda olduğu gibi burada da yoğun bir şekilde Türk turistleri vardı.
Bu yüzden olsa gerekir, lokantalarında hep Türk mutfağı yemekleri var.
Adana Kebap, Patlıcan musakka, Antep baklavası, Çaykur Rize çayı, Türk kahvesi…
Üstelik bunların hepsi lokanta girişlerindeki panolara Türkçe olarak yazılmış.
Bu ülkenin %40’nı Müslüman, kalanını ise, değişik mezheplere sahip Hıristiyanlar oluşturuyor.
Birçok Balkan ülkesinde olduğu gibi burada da, en kötü ve en ağır işlerde çalışanlar hep Boşnaklar. Fakirlikleri de çekilmeyecek kadar da ağır görünüyor.
Diğer yandan Hırvatların daha müreffeh bir hayat sürdürdüklerine üzülerek şahit oluyorum.
Bunu, başkentte bolca bulunan kafeleri dolduran Hırvatlardan anlamak mümkün.
Bu ülke de, diğer Balkan ülkeleri gibi bolca dağlık bir coğrafyaya sahip. Bu sıcak coğrafyada üzüm ve değişik türde meyve üretimi ve hayvancılık yapılıyor. Ülkenin ¼ ‘ü ormanlarla kaplı. Bu da onlara ek bir gelir sağlayabiliyor.
Su değirmenlerinin fazla olmasının nedenini, akarsularının bol olmasına yordum.
Köylerinin çoğunda minareler yükseliyor, sarıklı, sakallı erkekler ve çarşaflı insanlar her yerde görünüyordu.
Tüm Balkanlarda olduğu gibi bu ülkede de derin bir Müslümanlık ve Osmanlılık gördüm.
Dile kolay, 500 yıla yakın bir beraberliğimiz söz konusuydu.
Camisiyle, köprüsüyle, insanıyla her karış toprağa ve havaya işlemiş bu izler, topyekûn uğraşılsa bile en az bir 500 yıl’da ancak silinebilir ki, bu da mümkün görülmüyor.
Osmanlılık, yemeklerinden adabı muaşeret kurallarına kadar tüm etnik ve farklı din sahiplerine sirayet etmiş.
Söz konusu ülkeler genelde Ortodoks olduğu için, gelişmiş olan diğer Avrupa ülkelerince fazla ciddiye alınmıyor.
Bu yüzden de Balkanlar, (Osmanlı çekildikten sonra) halen daha Avrupa’nın en fakirleri ve barışa en çok ihtiyaç duyan insanların diyarı olmuş.
Sonuç; bu topraklar yetim bir halde bekleşiyor.
Gerek Hıristiyan ve gerekse Müslüman olan bu insanların bir an önce Türkiye egemenliğine girmesi gerekiyor.
Bu kadim toprakların gerçek sahibine intikali vicdan gereğidir de.
Bu gerçekleştiği anda, tüm Dünya’ya daha fazla barış geleceğine asla kuşkum yok.

 

Bir cevap yazın