0 0
Okuma Süresi:2 Dk., 15 Sn.


Bol ormanlı ve dalgalı vadilere sahip Slovakya ülkesinden çıkıp, uçsuz bucaksız ovalara sahip Macaristan topraklarına girdim.
Alabildiğince mısır, ayçiçeği ve buğday tarlaları vardı.
Nehirlerin bol olduğu bu ülkede tarım yoğun bir şekilde yapılıyormuş.
O kadar ki, toprakların %70’i tarıma uygun ve %13’ü ise hayvanlara uygun çayırlık meralarmış.
Hayvancılık da hatırı sayılı düzeyde, büyük ve küçükbaş olarak yaklaşık 6 milyon hayvan yetiştirilirmiş.
Budapeşte’ye vardıktan sonra bir otele yerleşip şehri gezmeye başladım.
Tuna nehrinin ikiye ayırdığı bu kent, 160 yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalmış (90 yıllık Türkiye tarihine göre oldukça yüksek bir rakam!).
Başkent geniş bir alana kurulmuş ve muazzam bir şekilde dizayn edilmiş.
10 milyonluk ülkeye her yıl 3 milyon civarında turist geliyormuş.
Çok eski olan bir kiliseyle açılış yaptım.
İçeride piyano çalan yaşlı bir müzisyen vardı.
Çalmayı bitirdi ve ayağa kalkıp dolaşmaya başladı.
Ona yaklaşarak; “tekrar çalar mısınız” diye sordum, aldığım cevap gülümseyen bir “evet”ti.
Çaldığı her neyse, o kadar hoştu ki, halen daha video kayıtlarından çıkartıp dinlerim.
Demek ki müziğin evrensel olduğu olgusu boşuna değildi.
Gezdiğim kilise o kadar sanatsal yapılmış ki, keşke burası bir camii olsaydı diye iç geçirdim doğrusu.
Kahramanlar meydanında melekler, şövalyeler, krallar ve daha birçok heykeller vardı.
Hepsi harika görünüyordu ve sütunlar üzerinde muazzam bir kombinasyon açığa çıkıyordu.
Tadilatta olduğu için müzeyi ziyaret edemedim fakat dışından çok eski eserleri barındırdığı belli oluyordu (çünkü bina çok fazla eskiydi!).
Buradan başlangıçlarında aslan heykellerinin olduğu zincirli köprüyü gezdim.
Tuna nehrinin üzerine kurulmuş bu köprü de oldukça eskiydi fakat çok güzeldi.
Yine Tuna nehrinin hemen yanına kondurulmuş devasa Parlemento binası nefis bir mimaride yapılmış.
Buradan çok hoş bir teleferikle Kale’ye çıktım.
Kale’de flüt üfleyenden viyolonsel çalana kadar birçok müzisyen sanatlarını icra ediyorlardı.
Tam da bu sırada tören atları geçiyordu ki, kendimi ortaçağın içinde buluverdim.
Çünkü gerek atlar, gerek binicileri, gerek yürüdükleri yollar ve gerekse tarihi kale sarayı böyle düşünmemi sağlamıştı. Tamamı ortaçağ konseptine göre giyinmişlerdi.
Bu kalede aynı zamanda çok ihtişamlı bir mimariye sahip Saray da vardı.
Geniş bir alana kurulmuş olan bu mekân, şehrin her yerine hâkimdi.
Lordlar sokağı, eski Elizabet köprüsü, Vaci sokağı ve daha birçok noktayı ziyaret ettim.
Konuştuğum insanlardan edindiğim intibaa göre fazla yardımsever ve gülümseyen bir millet değillerdi.
Bunu da 40 yıldan fazla kaldıkları komünizm rejimine ve Osmanlıya (yani bize) içten içe kızdıklarına yoruyorum.
Kışları çok sert geçen Macaristan, yazları da tam tersine oldukça sıcak olurmuş.
Yemek kültürlerini pek sevdiğim söylenemezse de, farklı türde pandispanyaları, damak zevkim için ilginç bir deneyim oldu.
Macaristan ismi, tıpkı Türkiye gibi; “Macarların yaşadığı yer” anlamına geliyormuş.
Diğer ülkeler ise buraya “Hungary” ismi vermişler ve hep bu isimle anıyorlar.
Bunun anlamı ise; “Hun’ların yaşadığı yer” anlamına gelirmiş (Macarlar Türk boylarındandır!).
30.000 kilometre karayoluna sahip ülkenin tamamen asfaltlanmış yollarında hiç sıkıntı çekmedim.

Bir cevap yazın